SABIR VE ŞÜKÜR.
اَلَّذى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزيزُ الْغَفُورُ
قَالَ رَسُولُ اللهِ صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: ” إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصّدْمَةِ ا لاولَى
Bizi varlıklar içinde akıl ve irade ile üstün kılarak var eden; peygamberler ve kitaplar göndermek sureti ile varlığından haberdar eden, Rabbimize sonsuz defa hamd-u senalar olsun;
Efendimiz, önderimiz, rehberimiz, peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s)’e, âline ve ashabına salat ve selamlar olsun.
İmtihan hayatın özünde var. İnsan, yaratılışı gereği sevinci, hüznü, neşeyi, kederi birlikte yaşayan bir varlıktır. Hayatı boyunca sevincine vesile olan birçok olayla karşılaştığı gibi üzülmesine yol açacak olaylarla da yüz yüze kalır. Kimimiz varlıkla kimimiz yoklukla, kimimiz gençliğiyle kimimiz kocalıkla, kimimiz sağlığı ile kimimiz hastalıklar ile imtihan edilmektedir. Rabbimiz Kur’an-ı Kerim’de şöyle haber vermektedir:
اَلَّذى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا وَهُوَ الْعَزيزُ الْغَفُورُ
O, hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstündür, bağışlayandır. (Mülk 67/2)
Mümin insan sabır ve tevekkül sahibidir. O, başa gelen musibetlerin birer imtihan ve sınanma olduğunu Yüce Allah’m Kitabı’ndan öğrenmiştir.
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَىْءٍ مِنَ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنَ الْاَمْوَالِ وَالْاَنْفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرِ الصَّابِرينَ
Çaresiz biz sizi biraz korku, biraz açlık, biraz da mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Müjdele o sabredenleri! (Bakara 2/155)
Kur’an’ın bu buyrukları, insan ve hayat gerçeğini yansıtır. Çünkü yaşanan hayat, sıkıntılarla doludur ve her insanın hayatında mutlaka sıkıntılı anlar olur. Demek ki sıkıntı, insan hayatında vazgeçilmez bir gerçektir; bu yüzden onu tabii karşılamak gerekir. Burada önemli olan, beklenmedik bir anda kapımızı çalacak olan sıkıntıları, tam bir mü’min tavrı sergileyip sabırla karşılayabilmektir. Bu da insanın Kur’an’ı şuurlu olarak okuması ve ona sabırla uymasıyla gerçekleşir.
Sabır Musibet ilk çarptığı andadır:
Allah’ın Resulü bir gün bazı sahabilerle Medine’ de dolaşıyordu. Kabristanın yanından geçerken, çocuğunun kabri başında feryat ederek ağlayan bir kadına rastladı. Evlat acısına yüreği dayanmayan kadıncağızın bu halini gören Hz. Peygamber (sav) ona, ”Allah’tan sakın ve sabret!” dedi. Kederinden onun Peygamber olduğunu fark edemeyen kadın, “Bana ilişme! Benim başıma gelen senin başına gelmedi (de ondan böyle rahat konuşuyorsun)!” deyiverdi. Bir müddet sonra oradakilerden biri kadına, onun Allah’ın Resulü olduğunu söyledi. Kederli anne özür dilemek üzere Hz. Peygamber’in kapısına geldi. Yaptığına pişman olan kadın, “(Kusurumu bağışla) Allah’ın Elçisi olduğunu bilemedim.” diyerek mazeret beyan etti. Bunun üzerine Resulullah (sav) ona şu karşılığı verdi:
إِنَّمَا الصَّبْرُ عِنْدَ الصّدْمَةِ ا لاولَى
“Esas sabır, musibetin ilk başa geldiği anda gösterilmelidir. ” (Buharî, Cenaiz 31)
Hz. Peygamber’in de başına benzer musibetler gelmemiş değildi. O, bu tür hadiseler karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiğini bizzat yaşayarak öğretmişti. Hastalık ve ölüm gibi musibetler karşısında Hz. Peygamber’in takındığı tavır, böyle durumlarda izlenmesi gereken tutuma işaret etmekteydi. Henüz on sekiz aylıkken hayata gözlerini yuman biricik oğlu İbrahim’in ölümü karşısında bir baba olarak o da gözyaşlarını tutamamıştı. Ölenlerin ardından, bağırıp çağırarak, feryat figan ederek, üstünü başını yırtarak, yüzünü tırnaklayarak ağlamayı (niyahayı) kesinlikle yasaklayan Rahmet Elçisi, oğlunun vefatına ağlamasına şaşıranlara şu cevabı vermişti: “Bu, merhamettendir. Zira göz ağlar, kalp hüzünlenir. Ama biz ancak Rabbimizin razı olacağı şeyleri söyleriz. Ey İbrahim, biz senin aramızdan ayrılışından dolayı çok hüzünlüyüz. (Buharî, Cenaiz 43)
İnsanlık tarihine bakıldığı zaman, başta peygamberler olmak üzere toplumlarını dönüştürmek, ahlakı erdemleri hakim kılmak isteyen salih insanların ciddi tepkilerle karşılaştıkları ve bu yüzden büyük sıkıntı ve zorluklar yaşadıkları görülür. Allah Resulü, sıkıntıyla karşılaşan müminlere moral vermek için, “Müslümanlar benim başıma gelen musibetlere baksınlar da kendi musibetleri karşısında güçlü olsunlar. “(Muvatta, Cenaiz 14) buyurmuştur.
Yarattığı insanın zayıf yönlerini en iyi bilen Yüce Allah bir ayet-i kerimede bu hususu şöyle açıklar:
فَإِذَا مَسَّ الْإِنسَانَ ضُرٌّ دَعَانَا ثُمَّ إِذَا خَوَّلْنَاهُ نِعْمَةً مِّنَّا قَالَ إِنَّمَا أُوتِيتُهُ عَلَى عِلْمٍ بَلْ هِيَ فِتْنَةٌ وَلَكِنَّ أَكْثَرَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ
“İnsana bir zarar dokunduğu zaman bize yalvarır. Sonra, kendisine tarafımızdan bir nimet verdiğimiz vakit, ‘Bu bana ancak bilgimden dolayı verilmiştir.’ der. Hayır o, bir imtihandır, fakat çokları bilmezler.” Zümer 49
Şükür nedir?
Nimetle imtihan edildiğinde müminden beklenen şükürdür. Bir minnettarlığın ifadesi olan şükür, birçok ayet ve hadiste belirtildiği üzere, nimetlerin artırılmasına, doğru yola iletilmeye, cehennem azabından kurtulmaya vesiledir. Az veya çok, ikram edilen bir nimete, bir iyiliğe teşekkür, ahlâkî bir borç, bir nezaket kuralıdır bilindiği gibi. Öyleyse araya vesileler girse de gerçekte bütün hayır ve nimetleri bize ihsan eden Allah Tealâ’ya teşekkür, bir nezaket kuralı olmaktan öte kulluk vazifemizdir, kaçınılmaz bir mükellefiyettir. Hem bu kulluk vazifesini yerine getirmek hem de vesile olduğu hayırlardan istifade için, bütün şartlarına uymak suretiyle Allah’a çokça şükretmemiz gerekmektedir.
Şükrün birinci şartı nimeti fark etmek, verilenin “nimet” olduğunu bilmektir. İkincisi, bize o nimeti vereni görmek, ikramından dolayı ona minnet, hürmet ve muhabbet duymaktır. Üçüncüsü de bahşedilen nimeti, o nimeti verenin rızası istikametinde kullanmaktır. Bu demektir ki şükür sadece sözle olmaz, ameli de gerektirir. Nitekim ibadetlerimizin hepsi, Allah’a karşı şükür vazifemizin, minnettarlığımızın amel halinde ifasıdır.
İster sözle, ister ibadetle, ister başka hayır hasenatla ifade edilmiş olsun, şükür nimetin bedeli değildir. Çünkü bir insan hayatı boyunca şükretse, gece gündüz hiç durmadan namaz kılsa, herhangi bir organının, bir tek nimetin bedelini bile ödemiş olmaz. Kaldı ki Cenab-ı Hakk’ın, kullarının teşekkürüne ihtiyacı da yoktur. Şükür, Allah’ın azameti karşısında kulun aczini fark ve itiraf etmesi, haddini bilmesidir. Minnettarlığını göstermek suretiyle Allah katındaki derecesini yükseltme çabasıdır. Bu nedenle Kur’an’da (Neml, 40) Hz. Süleyman a.s.’a söyletildiği gibi, “Her kim şükrederse, kendi iyiliği için şükretmiş olur.” Buna rağmen Kur’an-ı Kerim’de belirtildiği gibi Allah’a “şükreden kullar pek azdır” (Sebe, 13), istediği her şeyden sayısız nimete nail olduğu halde “insan çok nankördür” (İbrahim, 34). Bu şükürsüzlük veya nankörlüğün sebeplerinden biri, nimeti fark edemeyişimizdir.
Sıkıntıya ve külfete katlanmadan nimete erişilemeyeceğini de Yüce Allah şöyle açıklamaktadır:
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
“(Ey müminler!) Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Yoksulluk ve sıkıntı onlara öylesine dokunmuş ve onlar öyle sarsılmışlardı ki sonunda Peygamber ve beraberindeki müminler, ‘Allah’ın yardımı ne zaman (gelecek)!’ dediler. Bilesiniz ki Allah’ın yardımı yakındır.” Bakara 214.
Şükür ve Sabır bağlamında Engelliler:
«عَجَباً لأمْرِ الْمُؤْمِنِ إِنَّ أَمْرَهُ كُلَّهُ لَهُ خَيْرٌ ، وَلَيْسَ ذَلِكَ لأِحَدٍ إِلاَّ للْمُؤْمِن : إِنْ أَصَابَتْهُ سَرَّاءُ شَكَرَ فَكَانَ خَيْراً لَهُ ، وَإِنْ أَصَابَتْهُ ضَرَّاءُ صَبَرَ فَكَانَ خيْراً لَهُ » رواه مسلم .
Ebû Yahyâ Suheyb İbni Sinân radıyallahu anh’den rivâyet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Mü’minin durumu gıbta ve hayranlığa değer. Çünkü her hâli kendisi için bir hayır sebebidir. Böylesi bir özellik sadece mü’minde vardır: Sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir belâ gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” Müslim, Zühd 64
وعَن أبي مُوسى الأشعريَّ رضي اللَّه عنْهُ ، أنَّ رسُولَ اللَّهِ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم قال : « إذا ماتَ ولَدُ العبْدِ قال اللَّه تعالى لملائِكَتِهِ : قَبضْتُمْ ولَدَ عبْدِي ؟ فيقولُون : نَعمْ ، فَيقولُ : قبضتُم ثَمرةَ فُؤَادِهِ ؟ فيقولون : نَعَمْ ، فيقولُ : فَمَاذَا قال عَبْدي ؟ فيقولون : حمِدكَ واسْتَرْجَع ، فَيقُولُ اللَّه تَعالى : ابْنُوا لِعَبْدِي بيْتاً في الجنَّةِ ، وسَمُّوهُ بَيْتَ الحمْدِ » رواهُ الترمذي وقالَ : حديثٌ حسنٌ .
Ebû Mûsâ el-Eş‘arî radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Bir kulun çocuğu vefat ettiği zaman Allah Teâlâ meleklerine: – “Kulumun çocuğunu elinden aldınız öyle mi?” diye sorar. Onlar da: – Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ: – “Kulumun gönül meyvesini mi kopardınız?” diye sorar. Melekler: – Evet, diye cevap verirler. Allah Teâlâ tekrar: – “O zaman kulum ne dedi?” diye sorar. Melekler: – Sana hamdetti ve “innâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn: Biz Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz” dedi, diye cevap verirler. O zaman Allah Teâlâ şöyle buyurur: – “Kulum için cennette bir köşk yapın ve ona hamd köşkü adını verin.” Tirmizî, Cenâiz 36
Hayat sevinç-üzüntü şeridi halinde devam edip gider. Sevinç vesileleriyle karşılaşınca şımarmak, üzüntü sebepleriyle yüz yüze gelince ölçüsüz şekilde üzülmek, mü’minin iradesini, aşırılıktan uzak orta halli yaşayışını etkileyip onu büyük yanlışlara sürükleyebilir. İşte bu tehlikeli ortamdan mü’min, nimete kavuşunca şükretmek, sıkıntıya düşünce sabır göstermekle kurtulur.
İslam’a göre insan zübde-i kâinat ve eşref-i mahlûkattır. Bu medeniyetin temel manifestosu şudur: “Allah sizin ne biçimlerinize ne de bedenlerinize bakar fakat o sizin yüreklerinize bakar.”(Müslim, Birr, 45) Bunun için İslam, insanın bedeninden çok yüreğinin önemsendiği bir gönül medeniyetidir. (Özafşar, M. Emin, İslam Kültüründe Engelli Meşhurlar ya da İslam Kültüründen İnsan Manzaraları, DİB yay, 2005, 137.) Allah Rasûlü (sav) toplumun tüm fertlerine bu pencereden bakmış ve onlarla bu prensip doğrultusunda ilişki kurmuştur.
Her toplumda olduğu gibi Peygamberimiz döneminde de engelli kimseler bulunmaktaydı. Bu dönemdeki engelli sayısını tam olarak bilememekle birlikte, günümüzdeki oranları dikkate alırsak azımsanmayacak miktarda olduğu söylenebilir. Özellikle görme ya da bedenî bir özrü bulunan sahabe arasında isimleri Müslümanların çoğu tarafından bilinen, Abdurrahman b. Avf, Amr b. Cemuh, Muaz b. Cebel, Amr b. Tufeyl, Habbab b. Eret, İmran b. Husayn, Abdullah b. Ümmü Mektum gibi sahabenin meşhurlarının olması da bu kanaati desteklemektedir.
Bunlar arasında otuz yıl kronik bir rahatsızlıktan dolayı yataktan kalkamayan ama halinden şikâyet etmeyen İmran b. Husayn gibi sahabîler olduğu gibi, Efendimiz’in ahirete irtihalinden sonra bir gözünü kaybetmiş Abdullah b. Mes’ud ve Ebû Süfyan gibi sahabîler de vardır. Bu arada ortopedik özürlü sahabîlerin çoğunun savaşlarda aldıkları ok ve kılıç darbeleriyle bu hâle geldikleri unutulmamalıdır.
Peygamberimiz, engelli sahabîlere hususi ilgi ve şefkat göstermiş ve onları toplumun faydalı bir unsuru haline getirmiştir. Allah Rasûlü (sav)’nün Ümmü Mektum (ra)’la yaşadığı şu hadise ve sonrasında onun hakkındaki tasarrufları konu açısından çok dikkat çekicidir. Allah Rasûlü (sav) bir gün Mekke’nin ileri gelen müşrikleriyle konuşuyordu. İslam hakkındaki sohbet iyice koyulaşmıştı. Tam o esnada âmâ sahabelerden biri olan Abdullah b. Ümmü Mektum, “Bana doğru yolu göster, ey Allah’ın Rasûlü!” diyerek çıkageldi. Onun zamansız gelişi ve söze dalışına canı sıkılan Hz. Peygamber, yüzünü çevirip konuştuğu şahsa döndü ve “Söylediklerimde herhangi bir sorun görüyor musun?” diye sordu. Adam, “Hayır” diye cevap verdi. İşte tam da bu esnada, Yüce Allah’ın şu ayetlerine muhatap oldu:
“(Peygamber), âmânın kendisine gelmesinden ötürü yüzünü ekşitti ve çevirdi! Sen nereden biliyorsun, belki o temizlenecek yahut öğüt alacak da bu öğüt ona fayda verecek! Kendini muhtaç görmeyene gelince, sen ona yöneliyorsun! (İstemiyorsa) onun arınmamasından sana ne! Fakat koşarak ve (Allah’tan) korkarak sana gelenle ilgilenmiyorsun! Hayır, böyle yapma, şüphesiz bu ayetler bir öğüttür, dileyen ondan öğüt alır.” (Abese, 80/1–12) (Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 80)
Kutlu Nebi bu ilahî mesaja kulak vermiş, ondan payına düşeni fazlasıyla almış ve Ümmü Mektum’a sahabe içerisinde yüksek payeler vermiştir. Öncelikle onu Mus’ab b. Umeyr ile birlikte Medine’deki Müslümanlara Kur’ân öğretmekle görevlendirmiş, (Buhari, Tefsir, A’lâ, 1) ardından onu, Bilal-i Habeşi ile birlikte Mescid-i Nebevi’nin müezzinliğine tayin etmiştir. (Buhari, Ezan, 11; Müslim, Salat, 8) Bu vazifelerin yanında savaşlara giderken onu Medine’de yerine tam 13 kez vekil bırakmış; Ümmü Mektum, geride kalanlara namaz kıldırmıştır. Hz. Peygamber’den sonra onun halifeleri de bu muhterem sahabeye çok önemli görevler vermişlerdir. Hatta o Kadisiye Savaşında İslam ordusunun sancaktarlığını yaparken şehit olmuştur. (İbnü’l-Esir, Üsdü’l-Gabe, IV, 264.)
Allah Rasûlü (sav)’nün önemli görevler verdiği engelli sahabelerden birisi de Muaz b. Cebel (ra)’dir. O, ayağı aksayan Muaz b. Cebel (ra)’i Yemen’e vali olarak göndermiştir. (Buhari, Cihad, 164.) Hz. Peygamber zamanında, engelli olmalarına rağmen kendi istekleriyle savaşa iştirak eden sahabeler de dikkat çekmektedir. Bunlardan en önemlisi ayağı aksak olan Amr b. Cemuh (ra)’dur. O, bir gün Hz. Peygamber’e gelerek, “Ey Allah’ın Rasûlü! Eğer ben şehit oluncaya kadar Allah yolunda savaşırsam cennette bu topal ayağım düzelmiş bir şekilde yürüyebilecek miyim?” diye sorar. Hz. Peygamber, “Evet” der. Amr, Uhud Savaşı’nda şehit olur. Savaş meydanında Amr’ın cenazesiyle karşılaşan Hz. Peygamber, “Ben sanki seni cennette bu ayağın iyileşmiş bir vaziyette yürürken görüyor gibiyim”buyurur. (İbn Hanbel, V, 300.) Zikri geçen bu sahabelerin yanında, Hz. Peygamber’e arkadaşlık etmiş ve yaşamlarının belli dönemlerinde engelli olmuş önde gelen bazı sahabeler de şunlardır: Sa’d b. Ebi Vakkas (ra), Cabir b. Abdullah (ra), Bera b. Âzib (ra), Ka’b b. Malik (ra), Abdullah b. Ebu Evfa (ra), Abbas b. Abdülmuttalib (ra). (İbn Kuteybe, Mearif, 587–588.)
Allah Rasûlü’nün bu arkadaşları engelli olmalarına rağmen hayata küsmemişler, aksine çok faal bir hayat sürdürmüşlerdir. Bunlardan İbn Ümmü Mektûm Rasûlullah (s.a.s) Medine dışına çıktığında defalarca valilik görevi üstlenmiş bir sahabîdir. Muaz b. Cebel, ortopedik engelli bir sahabîdir. Allah Rasûlü onu Yemen’e vali tayin etmiştir. Yine ortopedik engelli olan Amr b. Cemûh ise cihad aşkıyla yanıp tutuşan bir sahabîdir. Yetişkin oğulları onun bu engeli ile savaşa gitmesine karşı çıkınca Rasûlullah’a gelerek oğullarını şikayet eden bu sahabî: “Ey Allah’ın Rasûlü! Ben bu topal ayakla savaşa gider ve şehid olursam, cennette bu topal ayağım iyileşmiş olarak yürüyebilir miyim?” diye sormuş, Efendimiz (s.a.s) evet cevabını verince Uhud savaşına katılmış, hatta oğlu ve hizmetçisiyle birlikte şehid olmuştur. Rasûlullah savaş meydanında Amr’ın cenazesini görünce: “Ben sanki seni cennette bu ayağının iyileşmiş olduğu halde yürürken görüyor gibiyim” demiş ve bu sahabîyi oğlu ve hizmetçisi ile birlikte aynı kabre koydurmuştur. (İbn Hanbel, V, 300.)
Sahabe-i Kiramdan Amr b. Muaz dışında engelli olduktan sonra, engelinin hayat tarzını değiştirdiği sahabe yoktur. Onlar, en büyük engeli manevî engel görenlerdi. Zeyd b. Erkam, ömrünün sonlarına doğru gözlerini kaybedince bunun sıkıntısını dile getirmiş ve şöyle demişti: “Dinsizlik felaketi bir tarafa bırakılırsa, hiçbir insan görme engellilikten daha büyük bir sıkıntı ile imtihan olunamaz. Gözleriyle sınanıp da bu sınavı başaranlar Rablerinin hoşnutluğuna kavuşurlar.” (Bezzar, Müsned, 10/244)
Engelli ve hasta insanlara itibar ve iltifat etmek, onlara değer vermek, söz ve davranışla onları onura etmek, onların morallerinin iyileşmesine katkı sağlayacaktır. Peygamberimizin hayatında buna özen gösterdiğini görmekteyiz. Efendimiz’in bazı bedenî kusurları olan ve çölde yaşayan Zâhir isminde bir sahabîsi vardı. Zâhir, çölde bulunan güzel meyve ve çiçeklerden getirip Rasûlullah’a hediye ederdi. Rasulullah da şehrin güzel ve hoş şeylerinden ona hediye verirdi. Bir defasında Zâhir, Medine pazarında çölden getirdiği bazı şeyleri satarken Peygamberimiz ona arkadan yaklaşır ve şaka yapmak maksadıyla gözlerini kapatarak şöyle der: “Bir kölem var, satıyorum. Onu benden kim alır?”Zâhir, “Ey Allah’ın elçisi, beş para etmez bir sakat köleyi kim satır alır?” deyince şaka bu andan itibaren biter. Peygamberimiz bütün ciddiyetiyle şöyle der:
لَكِنْ عِنْدَ اللهِ أَنْتَ غَالٍ
Ya Zâhir, and olsun ki sen Allah katında değerlisin. İbn Hacer, İsabe, 423
ENGELLİ KARDEŞLERİMİZE KARŞI GÖREVLERİMİZ
Engelli kardeşlerimize karşı görevlerimiz onların bizim üzerimizdeki hakkıdır. Hak, hukukla korunmuş menfaat olduğuna göre hem kanun yoluyla hem ahlak yoluyla bir takım hak sahibi olan engellilere karşı görevlerimiz vardır. Bu görevlerin bir kısmı kişisel/şahsî görevler olup bundan herkes kendi payına düştüğü kadar sorumludur. Bir de yönetim olarak kamu hukuku açısından yetkili kimselerin görevleri vardır ki bu sorumluluk insanların idaresini yerel ve genel ölçekte üstlenen kimselerin görevidir. Yönetimsel görevlerimiz:
Bireysel Görevlerimiz:
” لَا تُظْهِرِ الشَّمَاتَةَ بِأَخِيكَ فَيَرْحَمَهُ اللهُ وَيَبْتَلِيَكَ
Kardeşinin başına gelen bir şeye sevinip gülme sonra Allah ona merhamet edip (afiyet verir de) seni onunla imtihan eder. (Tirmizi, “sıfatu’l-kıyame”, 54) buyurmuştur.
Engelli kardeşlerimiz bizlerden, kendilerine acımamızı istemiyor aslında sadece haklarına saygı ve riayet edilmesini istiyorlar. Bizden sadece kendilerini anlamamızı, empati yapmamızı istiyorlar. Gelin bir empati yapalım:
Engelli asansörünün önündesiniz ve siz, engelsizlerden kendinize sıranın gelmesini bekliyorsunuz…
Ya da engelli parkına çekilmiş, sözüm ona engelsiz birinin çektiği arabadan dolayı kendinize park yeri arıyorsunuz…
Veya engelli rampalarına araç çekildiği ya da eşya konulduğu için kaldırımları kullanamayıp fazladan enerji harcamak zorunda kalıyorsunuz…
İbadet yapmak için gittiğiniz camide engelliler için ayrılmış bir yer ya da engelli rampası olmadığından başkalarından yardım istemek zorunda kalıyorsunuz…
Toplu taşıma aracına bineceksiniz ama engelliler için düzenleme yapılmadığını görüyorsunuz…
Hiçbirimiz kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de istemedikçe mü’min olamayız. Hal böyle olunca, kendimize yapılmasını istemediğimizi başkasına yaptığımızda mü’min olabilir miyiz? Eğer olabilirsek, elinden ve dilinden insanların selamette, güvende olmadığı bir kimse olarak mü’min olup mü’min kalabilir miyiz? Bunları yapmadan: “her hak sahibine hakkını verin.” (Buhari, “Hibe”, 23) buyuran Hz. Muhammed’e nasıl ümmet oluruz? Aksi halde:
“Müslüman Müslüman’ın kardeşidir. Din kardeşine haksızlık etmez, onu düşmana teslim etmez. Kim din kardeşinin bir ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Kim Müslüman kardeşinin bir sıkıntısını giderirse, Allah da onun kıyamet günündeki sıkıntılarından birini giderir. Kim Müslüman kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamet gününde onun ayıbını örter.” (Buhari, “Mezalim”, 4) buyuran Peygamber’e karşı mahcup oluruz.
Son sözümüz: Engellilere bir engel de sen olma.
Kaynaklar:
Hakkında bir yorum “SABIR VE ŞÜKÜR Nedir?”